Köstence Güzellik Kraliçesi - Sabahattin Ali
Dört seneden beri görmediğim Berlin’e yeni gelmiştim. Kah kerpiç evli kasabalarda, kah kızgın güneşle açık mavi denizin kavuştuğu Akdeniz kıyısındaki şehirlerde oturarak ve bazan da yaşlı bir at sırtında ve fundalıklı yollarda köyden köye giderek geçirdiğim bu dört seneden sonra; Berlin bana eskiden hiç görmediğim bir yer gibi geldi. Alacakaranlıkta indiğim istasyonun merdivenlerinde ayaklarım ve karşıma çıkan büyük bir gazinonun şiddetle aydınlatılmış pencerelerinde gözlerim acemileşti. Eşyamı bir otele bırakır bırakmaz, üstümü bile değiştirmeden, sokağa fırladım, ağır ağır yürümeye başladım.
Fakat etrafımdaki evler üstüme yıkılacak gibi canlandılar; sokaklarda yuvarlanan tramvaylar, otobüsler, telaşlı insanlar hep birden bana doğru koşmaya başladılar. Kaçacak bir yer aradım. Girmek isteyerek koştuğum gazinoların içinden doğru fışkıran kalabalık kokusu ve insan gürültüsü beni geri fırlattı. İçlerine kadar girdiğim yerlerde gene her şeyde o canlanmayı, bana doğru koşuşu görür gibi oldum. Dans edenler benim etrafımda dönüyorlarmış sanıyordum. Tavandaki donuk avizeler yaklaşıp uzaklaşıyordu. Acele ile hesap görerek dışarı fırlarken, garsonlar durup bana bakıyorlardı.
Büyük şehir beni sarmıştı. Onun içinde, uzun zamandır alışık olmadığım midesinde biraz daha kalırsam boğulacaktım. İlk gelen otobüse atlayarak rastgele bir istikamete yollandım. Hava hafif yağmurlu olduğu için, arabanın üst katında kimseler yoktu. Oraya çıktım. Nemli muşamba kanapelere oturdum. Biraz kendime gelir gibi oldum. İnsanlar aşağıda, yaya kaldırımında koşuşmakta devam ediyorlardı. İki taraftaki binalar elektrik reklamlarının arkasına saklanmışlardı. Esmer renkli evlerin pencerelerinden fırlayan ışıklar yolun iki tarafındaki ağaçlara yapışıp kalıyordu. Bu ağaçların başucumda sallanan ve birbiri arkasına geçip giden dallarına elimi uzattım. Yapraklar parmaklarımı ıslattı. Bütün vücuduma bir serinlik yayıldı. O zaman nasıl ateş gibi yandığımı anladım.
Otobüs, gitgide tenhalaşan yollarda, yolun tenhalığı nispetinde hızını artırarak gidiyordu. Muayyen bir hedefim yoktu; yalnız uzaklaşmak, beni birdenbire sarhoş eden, büyük ve canlı bir mahluk gibi pençelerine almak isteyen şehirden kurtularak kendime gelmek istiyordum. Berlin’in merkezinden uzaklaşıp kenar semtlere geldikçe asfalt yollar bitmiş, kaldırım başlamıştı. Araba hafif hafif sarsılarak ilerliyordu. Bir köşe başında durduk. Biletçi gelerek buradan ileri gidilmeyeceğini söyledi. İndim. Etrafıma bakındım. Hiç tanımadığım yerlerdi. Şehrin şimaline doğru geldiğimizi biliyordum, o kadar. İki tarafımda dümdüz cepheli yüksek binalar vardı. Otobüs homurdanarak geri dönerken ben de rastgele yürümeye başladım. Birdenbire kulağıma uzaktan bir müzik sesi geldi.
Bu, Berlin’de her evin herhangi bir penceresinden zaman zaman sokağa dökülen bir piyano, bir ev müziği sesi değildi. Buralarda herhalde, içinde çalgı olan bir gazino bulunmalıydı. İçine girmek için değil, şöyle bir önünden geçmek için gözlerimle araştırdım, o zaman sokağın karşı tarafında ve biraz ileride ışıkları aşağıdan doğru sokağa vuran bir yer gördüm.
Burası bir bodrumdu. Dört ayak merdivenle inildikten sonra alçak bir kapı vardı. O anda kapıldığım bir merakla merdivenleri indim, kapıyı iterek içeri girdim.
Yüzüme içki kokusu ve ıslak bir hava çarptı. Girintili çıkıntılı bir salonun kenarlarına dağıtılmış masalarda kırmızı suratlı adamlar oturuyorlar ve zaman zaman iri bira bardaklarını dikiyorlardı. Bir köşede, yüksekçe bir yerde, dört kişilik bir müzik takımı (bir piyano, bir viyolonsel, bir keman ve bir davul), bu kabil müzikli yerlerin hiç değişmeyen ebedi parçalarını çalıyordu. Kapıya yakın boş bir masaya giderek oturdum. Girerken vestiyere benzer bir şey görmediğim için şapkamı ve elimdeki birkaç gazeteyi bir iskemleye bıraktım. Bir bardak bira getirdiler. Ben de etrafa göz gezdirmeye başladım.
Üzerlerinde mavi damalı örtüler bulunan masalarda, ekserisi işçi kılıklı insanlar oturuyor ve hızlı hızlı konuşuyordu. Müzik ara sıra altmış senelik bir vals çalmaya başlıyor, iriyarı herifler masalarındaki sarhoş kadınlardan birini alarak zıplamaya başlıyordu. Bu kadınlar, yüzlerinde bir bıkkınlık ve çürüklük ifadesi taşıyarak, ayaklarına basan bu bir gecelik hovardalara gülümsüyorlardı. Danstan sonra, viyolonsel çalan esmer adam, piyano ile beraber sanatını gösterdi. O zaman; pek de acemi olmayan eller, buraların en yüksek müzik seviyesini teşkil eden parçaları birbiri arkasına sundu. Her küçük gazinoda yüzlerce defa çalınan bu eserler: Bu Barkarol, bu Noktürn, bu Macar Rapsodisi ve Karmen… ve bunları çalanların yüzünü kaplayan mühim ifade beni buradan da kaçıracaktı. Fakat bu sırada içeriye garip bir adam girdi.
Kapı evvela hafifçe aralandı ve iki açık mavi göz salonda dolaştı. Sonra korkak adımlarla, küçük, zayıf bir vücut içeri süzüldü. Bakışları oradakileri incitecekmiş gibi, ürkek gözlerini etrafta gezdiriyor, bir yere oturmaya cesaret edemiyordu. Ben yanımdaki iskemleden şapkamı ve gazetelerimi aldım. Bunu görünce yüzünde bir teşekkür dolaştı ve yanıma oturdu.
Yakından oldukça yaşlı gibi duruyordu. Gözlerinin kenarı buruşuklar içindeydi. İncecik boynunda ta ensesine kadar uzanan çizgiler vardı ve kulak memeleri tüylü idi. Gözleri bana ilişince teşekkür etmek ister gibi sırıtıyor ve ince dudaklarının arasından sarı dişleri görünüyordu. Gazinonun iç taraflarına dikilen gözleri bir an parladı. O tarafa baktım. Uzun boylu bir kadın bize doğru geliyordu. Yaklaşınca Almanca selamladı: -Hoş geldin Gravila!- dedi. Sonra anlamadığım bir dilde konuştular. Kadın bir iskemle çekip oturdu ve konuşmasına devam etti. Ara sıra laf bitmiş gibi duruşlarından, muayyen bir mevzu etrafında konuşmadıklarını anlıyordum. Kadının tavrında garip bir melankoli vardı ve bu, onun zaten güzel olan yüzünü büsbütün cazibelendiriyordu. Fakat bu, eski ve metruk şatoların dış manzarasına benzeyen, biraz da ürkütücü bir cazibeydi. Gülüşleri insanda beraber gülmek değil, belki gözleri çevirmek, hatta kaçırmak isteğini uyandırıyordu. Bu gülüşlerin arkasında bir şey saklı gibiydi. Bütün bunlar toplu bir halde, insanı onun mukadderatına bağlamakta gecikmiyordu. Daha şimdiden zor zapt ettiğim bir merakla onun gideceği dakikayı bekliyordum. Hemen yanımdakine sormaya başlayacaktım. Halbuki o, sıska boynunu ileri uzatmış, gözleriyle karşısındaki kadına, mümkün olsa, onu ebediyete kadar bırakmamak ister gibi yapışmıştı. Kadının her sözünü sanki içiyor ve vücuduna bu sözler şiddetli bir mayi halinde giriyormuş gibi zaman zaman sarsılıyordu.
Biraz sonra kadın do,ğruldu. Elini yanımdakinin omuzuna vurduktan sonra ağır, fakat ahenkli adımlarla uzaklaştı. O zaman erkeğin gözlerinde biraz evvelki tatlı ve yalvaran bakışın yerini alev gibi parlayan bir ihtiras aldı. Ürperdiğimi hissettim. Hayatımda hiçbir erkeğin bir kadına bu kadar isteyerek, bu kadar deli gibi, bu kadar yeis içinde baktığını görmemiştim. Hiçbir şey sormaya cesaret edemedim.
Kadın ileride birkaç yaşlı ve şişman adamın yanına oturdu. Bunların halleri, evlerinden bir gecelik kaçamak yapan orta halli esnaf olduklarını gösteriyordu. Zaman zaman yanlarındaki kadını unutarak birbirleriyle münakaşaya dalıyorlar ve kadın bu sırada uyuklar gibi oluyordu.
Yanımdaki adamın gözleri hala o tarafta idi. Yavaşça, bir şey içmesini teklif ettim.
Hep o teşekkür etmek isteyen bakışı ile beni süzdü:
-Şarap içerim…- dedi.
Garsonu çağırdım. Yanımdakine şarap getirmesini söyledim. Tanır gözlerle ona baktı ve yanılmadımsa gülümser gibi oldu. Bu benim için pek de hoş olmayan bir gülümseme idi.
Yanımdaki bir bardak doldurup bir nefeste diktikten sonra zeki bir bakışla:
-Burada beni tanırlar- dedi ve ilave etti: -Gene şarap ısmarlatacak birini buldum diye gülüyor!-
Hayretle baktım.
-Her zaman sizin gibi biri çıkmıyor…- dedi. -Bütün gece bir şey içmeden oturuyorum. Barın sahibi de kızıyor…-
Gözlerini buğulamaya başlayan şaraptan biraz daha içerek:
-Marina da ısmarlayabilir, fakat sarhoş olmamı hiç istemiyor. Sonra beni eve götürmekte güçlük çekiyor.-
Gözleri tekrar kadına doğru kaydı ve deminki gibi alevleniverdi.
Zamanı geldiğini sanarak:
-Arkadaşınız mıdır?- dedim.
-Evet!- dedi. Fakat bu evette benim anlayamadığım bir şeyler de gizli gibiydi. Yüzüne baktım.
-İkimiz de Romanyalıyız!- dedi. -Altı senedir de beraberiz…-
O zaman alelade bir vaka karşısında kalıvermekten doğan bir inkisara uğradım. Fakat birbirlerine karşı olan hallerini hatırlayınca, bu aleladeliğin arkasında başka şeyler, anlaşılmaz, karanlık birtakım şeyler bulunması lazım geleceğini düşünerek büsbütün meraklandım.
Yanımdaki ikinci şişeye de başlamıştı. Salonu gitgide daha çok sis kaplıyordu. Masalar tenhalaşmış, kadınların yüzüne daha açık bir yorgunluk çökmüştü. Masalarda uyuyup kalmamak için kendilerini sarsıyorlardı. Büfedeki adam da bir kenara oturmuş ve çenesini eline dayayarak düşünceye dalmıştı. Keman bilmem kaç yüzüncü defa Toselli’nin serenadını haykırıyor ve piyanist başını arkaya fırlatarak, bu parçayı ilk defa çaldığı zamanki coşkunluğunu bulmaya çabalıyordu.
İkinci şişeyi de yarılayan adam, elini omuzuma koydu:
-Siz garip bir insansınız!- dedi. -Konuşmuyor, sormuyorsunuz. Fakat öyle bir haliniz var ki, her şeyi anlayabilirsiniz hissini veriyor.-
Eliyle yakasını tuttu, şarap şişesini itti. Bir şey söylemek istiyordu. Masanın üstünde duran elime yapıştı: -Artık dayanamayacağım…- dedi. -Artık dayanamayacağım. Söyleyin bana… Ben ne yapayım?-
Elimi çektim. O da toplanır gibi oldu ve önüne baktı. Sonra hafif bir sesle:
-Affediniz… Affediniz. Aman Yarabbi, sizi ne kadar taciz ediyorum…- diye yalvardı.
Kendisini teskin ettim:
-Söyleyiniz- dedim, -sizi alaka ile dinleyeceğim!-
-Ah!.. Alaka ile değil… Beni anlayarak dinleyiniz… Bana acıyınız. Ahhh!..- diye inledi. Sonra birdenbire, mukaddeme filan yapmadan, anlatmaya başladı:
-Sekiz sene evvel… O zaman Bükreş Üniversitesi’nde okuyordum. Dişçi olacaktım. Babam Köstence’de doktordu. Vaziyeti fena değildi. Bana neşeli bir talebe hayatı temin edebiliyordu. Bilmem gittiniz mi, Bükreş, dünyanın en neşeli şehri, Bükreş Üniversitesi dünyanın en neşeli mektebidir… Ben de oranın en neşeli talebesiydim… Belki de en yaramaz talebesi. Kadınların üzerinde de hususi bir nüfuzum vardı. Onları mühimsemeden kendilerine lakayt olmadığımı hissettirmenin usulünü biliyordum. Birçok istasyonları arkasında bırakan bir tren kadar tabiilikle birinden ötekine atlıyordum. Fakat son sınıfta iken küçük bir Besarabyalı kız beni kendine bağlamaya muvaffak olmuştu. Hatta ikimiz aynı pansiyona taşınmıştık. Çok çapkın bir mahluktu. Dünyada kederin ne olduğunu bilmiyordu. Birkaç ay beraber yaşadıktan sonra kış vakansı geldi. Ben Köstence’ye gidecektim. Hiç teessürsüz birbirimizden ayrıldık. On beş gün sonra dönecektim.
Köstence’ye öğle üzeri geldim. Trenden çıkar çıkmaz kalabalık bir alayla karşılaştım. Durup seyrettim. Bir sürü halk arasında, çiçeklerle süslenmiş bir kamyon geçiyor ve bunun içinde beyaz elbiseler giydirilmiş, adeta daha çocuk denebilecek bir genç kız ayakta durup etrafa selamlar veriyordu. Başında hanımellerinden bir taç vardı. Yanımdakilere sordum. ‘Köstence Güzellik Kraliçesi!’ dediler; ilk kraliçe seçimi bu sene olduğu için, halk pek coşkun ve dün akşamdan beri bütün Köstence ayakta imiş.
Otomobildeki kıza baktım. Yüzü biraz yorgun, biraz şaşkın ve biraz da mesuttu.
Alay geçtikten sonra evime gittim.
O gece kraliçenin şerefine bir balo veriliyordu. Arkadaşlarım muhakkak benim de gelmemi istediler. Yorgun olduğumu filan söyledim, ısrar ettiler.
Biliyor musunuz, bir dakika, hatta bir saniyede verilen veya verilmeyen bir karar, bir tereddüt anı, insanın hayatı üzerinde ne uçsuz bucaksız neticeler doğurabiliyor.
O gün baloya gitmesem, arkadaşlarımın muhakkak fazla şiddetli olmayan ısrarlarını biraz kuvvetle reddetsem, hayatım kim bilir nasıl bir istikamet almış olacaktı.
O akşam baloya gittim. Kalabalıktık. Kraliçe her dansta başka bir gencin kollarında görülüyordu. Birkaç kere yanımdan geçti. Yüzü gündüzki gibi biraz yorgun, biraz şaşkın ve biraz da mesuttu.
Bir aralık büfeye gitmiştim. Arkamdan birisi çekti. Döndüm: Arkadaşlarımdan biri. Yanında kraliçe vardı. Bizi tanıştırdı, sonra:
‘Bükreşli üniversite talebesine bir dans bahşetmez misiniz?’ dedi.
Dönmeye başladım ve ilk olarak o zaman bu kadına dikkatle baktım. Ayaklarım dolaşır gibi ve içimde, uzak sezişlerle, bir şey kırılır gibi oldu. Onun da gözleri bana dikilmişti. Kendimde bir şey söyleyecek kudret bulamadım ve dans bitinceye kadar kendime gelmeye çabaladım. Hiçbir şey konuşmadan ayrıldık.
Fakat ondan sonraki danslarda, isminin Marina olduğunu, bir mağazada satıcılık ederken güzellik kraliçesi seçildiğini ve yarın gene işe başlayacağı için bu iki günlük yorgunluğun kendisini düşündürdüğünü öğrendim.
Bu tatlı, fakat devamsız rüyadan artık uyanmak ister gibi bir hali vardı. Bu hal beni büsbütün ona yaklaştırdı. İhtimal etrafımda bu kadar tabii mahluklar görmüş olmadığım için bu kızın yanı bana ılık ve gürültüsüz bir köşe gibi görünüyordu. Ertesi günlerde de kendisini görmek için söz aldım.
Ne diye uzatmalı bu lafları, efendi!.. Hulasa o geceden sonra onu her gün gördüm. Köstence’de kaldığım on beş gün bir saat gibi geçti. Ah, o on beş günün hatırasını içimde nasıl bir yerde saklıyorum bilseniz… O günlerde bütün dünyayı bir parmağımla yerinden oynatabileceğimi sanıyordum. O günlerde benim için her şey kabildi. Bütün kainatın ve milyonlarca senelik hayatın hiçbir manası olmasa böyle bir on beş günün bunlara mana verebileceğini düşünüyordum. Sahilde yan yana dolaşıyor ve sadece birbirimize bakışıp gülümsüyorduk. Yalnız rüzgarın dolaştığı ve dalgaların yaladığı plajlarda paltolarımıza bürünerek koşuyor ve birbirimizin soğuktan kızaran yanaklarını öpüyorduk.
Fakat on beş gün çok çabuk geçti. Bükreş’e dönmek zamanı geldi. Ona evlenmeyi vaat etmiştim, fakat bunu aileme açmama ihtimal yoktu. Bir mağazada satıcı olan ve sonra güzellik kraliçeliği gibi, burjuva muhitlerinin aforozuna kafi bir sıfatı üzerinde taşıyan bir kızın lafını evde ağzıma almak bile tehlikeli olurdu.
Mektebi bitirince hemen gelip kendisini alacağımı, o zaman müstakil olacağım için kimseye danışmaya hacet kalmayacağını söyledim. İstasyona gelmesi doğru olmadığı için, bir gün evvelden ayrıldık. O dakika hala gözlerimin önündedir. Belki yarım saat birbirimizi kucakladıktan ve ağlaştıktan sonra, ben uzaklaşırken, arkamdan seslendi. O zamana kadar kendisinden duymadığım ciddi bir sesle:
‘Sakın beni bırakma… Ben sonra çok fena olurum Gravila!’ dedi.
Ben bu ihtarın dehşetini hiç düşünmedim. Fakat ne bilirdim… Bunun bu kadar şiddetle hakikat olacağını ne bilirdim?..-
Gravila biraz durdu. Gözlerini uzaktaki köşede uyuklayan kadına çevirdi ve sonra şarap bardağını yakalayarak sonuna kadar içti. Şarap damlaları tıraşlı çenesinden kirli gömleğine süzülüyordu. Eliyle onları siler gibi yaptıktan sonra devam etti:
-Ben Bükreş’e döndükten sonra birkaç ay mektuplaştık. Onun her mektubu daha ateşlenmiş olarak geliyordu. Fakat ben dünyanın en neşeli şehrinde ve dünyanın en neşeli insanları arasında Köstence Güzellik Kraliçesi’ni icap ettiği kadar çok hatırlayamıyordum. Son mektuplarımdan bunu, hissetmiş olacağını zannediyor ve üzülüyordum. Fakat o hiçbir şekilde bunu ima edecek bir şey yazmıyordu. Benim mektuplarım gitgide seyrekleşti. Dersler, arkadaşlar beni çok meşgul ediyorlardı ve tekrar aynı pansiyona taşındığımız küçük Besarabyalı, insana göz açtırmıyordu. O da beni unutmaya başladı diyordum. Çünkü, üst üste üç mektubunu cevapsız bıraktıktan sonra o da yazmaz olmuştu. Ben bu macerayı da diğer hatıraların arasına gömdüm. Yalnız, onları hatırlamak bana tatlı bir iş gibi geldiği halde, bunu aklıma getirmekten adeta korkuyordum.
Üniversite bitti. Ben hiç Köstence’ye uğramadan, o sıralarda Bükreş’e gelmiş olan babamın ve annemin gönlünü yaparak, buraya, Almanya’ya geldim. Mesleğimde ilerlemek istiyordum. Neşeli ve hoş günler tekrar başladı ve bir buçuk sene sürdü. Sonra Romanya’ya döndüm. Bir kabine açmak için lazım olan parayı koparmak maksadıyla Köstence’ye gittim. Bu sırada güzellik kraliçesi hakkında korka korka malumat almak istediğim bir arkadaş, onun uzun zaman evvel birdenbire ortadan kaybolduğunu söyledi. Oh, dedim, mukadderat bizim ayrı yollarda yürümemizi istemiş, ne yapalım?
Fakat ne kadar yanılıyormuşum. Ah, efendi, bilseniz ne kadar yanılıyormuşum. Fakat sizi sıkıyorum, değil mi? Affediniz, sonuna geldim… Evet, babamdan bir miktar para alıp Bükreş’e döndüğüm günlerde, birkaç kişi birlikte bir müzikhole gitmiştik. Onu orada, birkaç sarhoş talebenin masasında gördüm. Göğsü bağrı açık ve fitil gibi sarhoştu. Beni uzaktan tanıyamadı. Yanına yaklaşınca gülerek doğruldu. Sonra birdenbire kaşları çatıldı. Sarhoş dimağı birçok hatıraların hücumuna uğruyormuş gibi gözleri bulandı ve beni eliyle göğsümden iterek sallana sallana uzaklaştı; o akşam bir daha salonda görünmedi.
Ben harap bir halde kaldım. Fazla oturamayarak yattığım yere döndüm ve ertesi akşam erkenden aynı müzikhole koştum. Oradaydı, benim geleceğimi biliyormuş gibi, hayret etmeden yanıma yaklaştı. Masama oturdu. Şundan bundan konuştuk. Fakat ne bir kelime ile kendi vaziyetinden, ne de eski günlerden bahsetti. Ben sözü açmak isteyince sert bir tavırla susturdu ve:
‘Ben bütün geçen günleri unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum!’ dedi.
Her akşam oraya devama başladım ve her akşam aramızdaki bu manasız konuşmalar tekrarlandı. Benimle bir arkadaş gibi konuşuyor, beraber içiyor, dans ediyor, fakat bir kelimeyle bile eski şeylere dokunmama müsaade etmiyordu.
Tekrar deli gibi ona aşık olduğumu hissettim. Bir uçurumun kenarında ve yuvarlanmak üzere olan bir adam gibi çırpınıyordum. Son bir ümitle kendisine buradan ayrılmasını ve benim yanıma gelmesini söyledim; sadece güldü, acı acı güldü.
O zamandan beri benim için dayanılmaz hayat başladı. Marina bir yerde durmuyor, muhtelif şehirleri, memleketleri dolaşıyordu. Ben de her şeyi bırakarak onunla beraber dolaşmaya başladım. O, buna itiraz etmedi. Hatta benimle alakadar oldu. Bana yardım etti. Fakat başka hiçbir şey… Sanki etten, kemikten ve sinirden yapılmış bir mahluk değildi. Sanki bir mermer, bir kaya yahut bir ölüydü. Ne ağlamalarım, ne kendimi mahvedercesine geçmişi tamire çalışışım fayda vermedi. Altı senedir bu hayat, bu cehennem hayatı devam ediyor. Bu altı senede onun kalbinin bana karşı bir kere bile yumuşadığını görmedim. Demin gördüğünüz gibi, benimle çok alakadar ve dosttur. Fakat o kadar. Bir kere kapadığı kalbini bir daha açmıyor. Dolaştığımız şehirlerde aynı yerlerde, bazan aynı odada kalıyoruz. O, aramızda görünmez, soğuk bir duvar bulundurmasını biliyor. İstiyorum ki, bana kızsın, beni tahkir etsin, beni dövsün. Her şeye razıyım. Hatta beni öldürsün. Yalnız aramızdaki bu kahredici uzaklık bir parça azalsın. Tahammül edemeyeceğimi, bu hayatı daha fazla sürükleyemeyeceğimi sandığım anlar oldu. O zaman her şeye bir son vermek istedim. Fakat bir ümit elimi bağladı. Bazan günlerce ortadan kayboldum. İstedim ki, o benim artık bırakıp gittiğimi sansın ve başka bir erkek bulsun. Bugünlerde onu hep uzaklardan gözetledim. Yanında bir erkek görsem, eve başka bir erkekle girdiğini veya onun başka bir erkeğe gittiğini görsem bir anda kurtulacak, hem onu, hem kendimi öldürerek, bu parçalayıcı azaplara bir son verecektim. Fakat bir kere bile, efendi, onu bir kere bile başka bir erkekle görmedim. Beni asıl berbat eden bu… Onun beni sevdiğini, hala beni sevdiğini, deli gibi beni sevdiğini, benden başkasını asla sevemeyeceğini bilmek… Fakat bir kere olan şeyi artık unutamadığını, sırf bunun için yaşamanın ikimiz için de dünyanın en dayanılmaz işkencesi olduğunu düşünmek… Ah… bilseniz o beni ne kadar seviyor. Bunu anlıyorum. Siz anlamadınız mı?.. (O da ne kadar azap çekiyor görmüyor musunuz? Ne yapayım efendi, ben ne yapayım?..-
Açık mavi gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
İçeride kimseler kalmamış gibiydi. Marina ağır ağır geldi. Hiçbir şey söylemeyen gözlerle beni süzdükten sonra onu omuzlarından tutarak sarstı:
-Kalk Gravila, gene sarhoş oldun. Eve nasıl gideceğiz?..-
Gözleri çivilenmiş gibi, erkeğin ağlamaktan sarsılan başına bakıyor ve anlaşılmaz ışıklarla, gizli bir muhabbete benzeyen bir parıltı ile yanıyordu. Yüzünde bir an onu kucaklıyormuş gibi bir tatlılık belirdi. Fakat hemen silindi. Şimdi bu çehrede demin gördüğüm sarsıcı melankoliden başka bir şey yoktu. Aman Yarabbi, bu kadın ne kadar azap çekiyordu.
Daha fazla duracak ve bu sahneyi seyredecek kudretim kalmadığını hissederek yerimden fırladım. Sudan bir veda ile kendimi dışarı attım. Sabah yaklaşmıştı. Kafama serinlik veren bir sisin içinde yürümeye başladım. Büyük şehir bütün karmaşıklığı, sonsuzluğu içinde sessiz sedasız uyuyor ve koynunda birbirine benzemez milyonlarca insan ve macera saklıyordu. Esmer taş duvarları aşan bir muhayyile için bunun tasavvuru bile korkunçtu. Fakat bir insan kalbi bu şehirden daha karmakarışık, daha uçsuz bucaksız değil miydi?
(Sabahattin Ali, Ayda Bir, Haziran 1936)