Cankurtaran - Sabahattin Ali
Asiye’nin sancıları ikindi vakti başladı, düveni bırakıp hemen eve döndü. İbrahim akşam karanlığında harmandan gelip öküzleri dama koyarken, evin önünde bir sürü çocuğun toplandığını gördü. Damın kapısını örtmeden eve koştu, fakat kadınlar bırakmadılar. Alçak tavanlı oda, kapının önüne kadar, köyün bütün kadınlarıyla dolmuştu. Onu daha dışarda göğüsleyen Makbule yenge:
-Hadi, sen git… Bu erkek işi değil!..- dedi. İbrahim arkasını dönüp, kararsız bir halde duraklarken, kadın sözüne devam etti: -Kurtulması kolay olmayacak ellalem!.. Köprüköy’ün ebesine de haber saldık…-
İbrahim yüzünü kadına çevirdi; ihtiyarın gözlerinin içine baktı; bir şey söylemeden bir şeyler sorar gibiydi.
Kadın onun ne demek istediğini düşünmeden, kendi kendine mırıldandı:
-On beş yaşında, parmak kadar kızı kaçırdın, aldın… Allahın emriymiş… Amma senesine varmadan gebe komanın sırası mıydı? Hadi sen de var Köprüköy’e de ebeyi al gel… Bizim oğlan gitti ama, belki onun sözüyle gelmez.-
İbrahim, bu sıkışık dakikada Asiye için kendisine de yapacak bir iş düştüğüne memnun, koşar gibi köyden çıktı. Daha Köprüköy’ün harmanlarına varmadan, elindeki değneğini yere vurup tozuta tozuta gelen ihtiyar ebe ile yanında seğirten oğlanı gördü. Bir kabahat işlemiş gibi yüzü kıpkırmızı, gözleri yerde, onların yolıınu bekledi. Ebe de onu görmüştü. Yirmi otuz adım uzaktan, dişsiz ağzını alabildiğine açarak, bir şeyler bağırıp duruyordu. Yaklaşınca sopasıyla İbrahim’in karnına dokundu:
-Allahın izniyle hemen alırım… Elimin hafif olduğunu cümle alem bilir. Anan da seni zor doğurmuştu ama, bak büyüdün de tosunlar gibi oldun- dedi. Sonra küçük çocuğa döndü:
-Koş, tuzlu su hazırlasınlar!- dedi.
İbrahim hiç konuşmadan, kadının biraz ilerisinden yürüyordu. Yüzü hep kırmızıydı. Daha on dokuzunu bile tamamlamadığı için, askerliğini bitirip dönen ve köye ilk vardıkları akşam kafayı çekip kavga çıkaran öbür köylü delikanlılarının pişkinliği henüz onda yoktu. Geçen yıl Asiye’yi nasıl kaçırdığına bile şimdi düşündükçe şaşıyordu. Daha çok Asiye ona asılmıştı ama, -karı sözüne uyup bir halt işledim!- dememek için bunu aklına getirmek istemiyordu. Babası, İbrahim küçükken rahmetlik olmuş, anası da bir sene evvel ölünce, kendini pek yalnız hissetmişti. Üç beş dönüm tarlada birlikte çalışacak, bulgur aşını birlikte yiyecek, sabahları ineği sağıp yoğurt çalacak biri lazımdı. Tam bu sıralarda komşuları Kara Halillerin öksüzü Asiye de, gelip geçtiğinde ona güler olmuştu. İstemeye kalksa, dünyanın masrafı. -Kaçırıvereyim gitsin!- dedi; öyle de yaptı. Bir seneden beri halinden şikayeti yoktu. Yalnız Asiye’nin böyle tam harman zamanında doğuracağı tutmamalıydı.
Köprüköy’ün ebesi odaya girdikten sonra Asiye’nin çığırmaları büsbütün arttı. Hani nerdeyse harman yerlerinden duyulacaktı. Kapının dibindeki bir taşa çöküp elinde ebenin kalın sopasıyla yerleri eşeleyen İbrahim, Asiye’nin her bağırışında bir kere sıçrıyor, fakat ne yapacağını bilmediği için, tekrar oturuyordu. Hırsından yere eğilip bir taş aldı, etrafında kaynaşan çocuklara fırlattı:
-Dağılın şurdan, kahbe enikleri!- diye bağırdı.
Vakti iyi hesaplayamıyordu ama, yatsıyı filan çoktan geçmişti. Asiye’nin epeydir sesi duyulmuyordu. Bir aralık Köprüköy’ün ebesi, sopası olmadığı için, Makbule yengenin omzuna dayanarak çıktı. İbrahim yerinden fırlayıp onlara doğru bir adım attı. Ebe bu sefer elini onun omzuna dayayarak:
-Kurtulamıyor tosunum!- dedi. -Bir türlü kurtulamıyor. Çocuk büyük, kıç küçük. Arabaya koyalım da şehire götür. Başka yolu yok…- dedi.
İbrahim yine hiçbir şey düşünmeden, yine kendisine yapacak bir iş çıktığından adeta memnun, damdan öküzleri aldı, kağnıya koştu; kadınlar Asiye’yi yatağı ile birlikte getirdiler; yerleştirdiler.
İbrahim öküzlere dah demeden önce, her zamanki gibi yüzü kızarıp önüne bakarak ebeye sordu:
-Çocuk öldü mü ki?-
-Yok, Allah esirgesin. Ama ne bileyim, bir Cenabı Hakka malum. Sancılar kesildi, gayrı hakkından doktor gelecek.-
Yola düzüldüler. Üç saat kadar gittiler. Şehir göründüğü zaman şafak da sökmeye başlamıştı. Asiye’nin hiç sesi çıkmıyor, yalnız, biraz çukura kaçan kapkara gözleri, gökyüzünde bir şey arıyormuş gibi fıldır fıldır dönüyordu.
Şehrin göbeğinden geçen büyük çayın üzerindeki köprüyü aşıp hastanenin kapısına vardıkları zaman ortalık epeyce ağarmıştı, fakat sokaklarda kimsecikler yoktu. İbrahim arabayı bir kenara çekti, kapıyı çalmaya cesaret edemediği için, kendiliğinden açılacağı zamanı bekledi. Yavaş yavaş başka köylü hastalar da sökün etti. Kimi at, kimi eşek üstünde, kimi bir arabaya uzanmış, yanlarında karıları, kocaları, anaları, oğulları, kimi baygın, kimi inlemekte, sokağı doldurdular. Hiç ses çıkarmadan, hatta kendi aralarında bile konuşmadan beklediler.
Kapı açıldığı zaman hep birden içeri sokulmak istediler. İbrahim de aralarına karıştı, bir saat kadar da doktorun kapısında bekledi. Kimsenin sıra mıra dinlediği yoktu. On beş seneden beri bu hastanenin başhekimi olan kırk beşlik, Tatar yüzlü operatör, muayene odasının kapısını kendisi aralıyor, dışardakileri gözden geçiriyor, sanki yardımına o anda en çok muhtaç olanı arıyor, sonra eliyle bir işaret edip onu içeri alıyordu. İbrahim’e sıra geldiği zaman dışarda kimse kalmamıştı. Tatar yüzlü operatör yorgun bir halde iskemlesine çökerken:
-Senin neyin var oğlum!- diye sordu. Bu hastanenin her türlü hastalığının mütehassısı oydu. Çünkü kadroda başka müstakil hekim yoktu. Ufak ücretler mukabilinde hükümet doktoru dahiliyeye, asker hastanesinden iki mütehassıs kulak ve göz hastalıklarına bakıyorlardı ama, ay başından başka günlerde keyifleri istediği zaman gelirler, başhekimle merhabalaşıp giderlerdi. Ehemmiyetli bir hasta çıkar da yatırmaya, sonra da her gün viziteye gelmeye mecbur oluruz korkusuyla poliklinik filan yaptıkları yoktu.
Her sabah kapının önüne biriken ve bazan sayısı yüze varan dertlileri hep başhekim muayene eder, uzun senelerin ve çaresizliklerin verdiği tecrübelere dayanarak her hastalığa deva bulmaya uğraşır, sırasına göre, trahom tedavisinden ebeliğe kadar her işi üstüne alırdı. Bekar olduğu için hastanede yatıyor, bütün gecelerini koğuşları dolaşmak, tıp dergileri okumak ve Almancaya çalışmakla geçiriyordu. Başka doktorlara benzememek, kitaplarda okuduğu, -insanlara hizmet eden- soydan bir hekim olmak, onda bir inat haline gelmişti. Fakat bütün diğer meslektaşlarından bu şekilde ayrılması, kendi hakkında birçok tezvirler yapılmasına sebep olurdu. Bekar yaşadığı için, dedikodu olmasın diye, hastaneye elli yaşından küçük hademe ve hemşire almazdı, fakat bu yüzden şehirde adı oğlancıya çıkarılmıştı. Hiçbir hastayı kapıdan çevirmek istemediği için, doktorlar arasında, bilmediği işlere burnunu sokan gösteriş meraklısı bir ukala diye şöhret almıştı. Hastanenin küçük bir odasında, içkisiz, cıgarasız, pek az bir masrafla yaşar, maaşının bir kısmını yabancı dillerdeki kitap ve dergilere, bir kısmını da hastane tahsisatıyla alınmasına imkan olmayan bazı ilaçlara sarf ederdi. Bu yüzden pintiliği dillere destan edilmiş, hırsızlığı bile söylenmişti. Bankada seksen, yüz bin lirası olduğu herkesçe muhakkak sayılırdı.
Doktor bütün bunları duyar, en iyi konuştuğu ve işin iç yüzünü bilen kimseler tarafından bile budala yerine konduğunu bilir, fakat, dediğimiz gibi, garip bir inatla eskisi gibi işine devam ederdi. Bütün bunları, büyük bir ideal sahibi olduğundan, yahut insanlar için derin bir sevgi beslediğinden değil, başka türlü olanlara karşı, adeta hastalık halinde, bir tiksinti duyduğundan yapıyordu. En çok şefkat gösterdiği hastalarına muamele edişinde bile: -Sizin de elinize fırsat geçse ötekiler gibi namussuz olursunuz… Ben bunu pekala biliyorum, fakat ben sizin gibi olmadığım için işte sana karşı da bütün vazifelerimi fazlasıyla yapıyorum!- demek isteyen, insanlara inancını kaybetmiş, acı bir hal vardı.
-Senin neyin var, oğlum?- dedikten sonra, çekik gözlerini İbrahim’e dikerek bekledi. Delikanlı:
-Bir şeyciğim yok doktor bey… Yalnız bizim aile… doğuramadı da… aşağıya getirdim. Kapıda, arabanın içinde… Ocağına düştük…- dedi.
Doktor, bacak kemiğinin keskin tarafına bir demirle vurulmuş gibi yerinden fırladı. Korku içinde ona bakan İbrahim, karşısındakinin köşemsi yüzünün donuk sarı bir renk aldığını gördü. Sesi titreyerek:
-Hani ya doktor bey… İki ebe uğraştı… Hem bizim köyün, hem Köprüköy’ün ebesi… Kurtaramadılar… Ondan sonra sana getirdim… Bizi kapından çevirme!- dedi.
Doktor kendini toparlamıştı, sarı yüzünde zehir gibi bir gülümsemeyle:
-Yazık ki sizi kapımdan çevireceğim, oğlum!- dedi.
-Amanın doktor, Asiye aşağıda. Köye varmadan arabada ölür.-
-Belki öyle olur. Ama sizi kapımdan çevireceğim.-
-Dabanının altını öpeyim doktor…-
Doktorun yüzünden çekilmeyen o zehir gibi gülümseme İbrahim’i büsbütün şaşırtıyordu.
-Ne ideyim ben şincik, doktor bey?-
-Karını alır, İstasyon Caddesi’ndeki hususi doğumevine götürürsün! Paran varsa çocuğun doğar, yoksa doğumevinin yanındaki arsaya arabanı çekersin. Karın ya bağıra bağıra orda kendiliğinden doğurur, yahut da köye dönerken arabada doğurur. Doğuramazsa ölür. Anladın mı?-
İbrahim, köylüler arasında adı -Baba- diye anılan hekim sahiden bu mu acaba? diye hayretle karşısındakine baktı. Bunu fark eden doktor:
-Ne şaştın?- dedi. -Sana her şeyi dosdoğru söylüyorum. Benim bu hastaneye kadın hastalığı olanları almam yasak edildi. İyi anladın mı? Ben yalnız operatörüm, kol, bacak keserim. Başka şeyden anlamam!-
Bunları söylerken, gergin derili sarı yüzüne hiç yakışmayan o tebessüm, daha doğrusu o gerilme, dudaklarının kenarını aşağıya doğru çekiyordu. Senelerden beri yüzlerce kadının karnını kesip çocuğunu almıştı. Fakat şimdi, üstüne vazife olmayan işlere karıştığı ileri sürülüyor, hastanede kadın hastalıkları doktoru bulunmadığı halde, ihtisası dışındaki vakalara müdahele ederek halkın canını tehlikeye düşürdüğü iddia ediliyordu. Şehirde yeni açılan doğumevinin sahibi doktor Mutena Cankurtaran, vatandaşların sağlığını korumak için bütün bunları valiye söylemiş, dinletemeyince Sağlık Bakanlığı’na bildirmiş, ayrıca da, Ankara’da -tay-lı bir yerde başkan olan kaynatasına yazmıştı. Bu kaynata ise, eskiden bilmem nere valisiyken yanında sıhhat müdürlüğü etmiş olan sağlık bakanıyla görüşmüş, bakan da halkı bu gibi tehlikelerden esirgemek maksadıyla, başhekime bir ihtarda bulunmayı münasip görmüştü.
Bunları zihninden geçirirken itidalini bir an kaybetmek üzere olduğuna canı sıkılan doktor:
-Yani evladım- dedi, -senin karının derdine derman olacak doktorumuz yok. Onun için hastanı al, doğumevine götür. Doktor Mutena Cankurtaran’a rica et, belki az bir para ile işini görür.-
Sonra arkasını döndü, pencereden gökyüzüne bakmaya başladı. Fakat İbrahim yakasını bırakmadı:
-Sen varsın ya, doktor bey… Bana başkası lazım değil… Kurbanın olayım!-
Kendini zor tutan doktor döndü:
-İmkanı yok dedim ya, çocuğum!- diye sertçe söylendi, kapıyı hızla vurarak dışarı çıktı, kendi odasına kapandı.
İbrahim aralık kapıdan ağır ağır koridora süzüldü. Kendisine akıl öğretecek bir insan arar gibi sağa, sola bakındı. Bahçe tarafındaki pencerelerin camlarına vınlaya vınlaya kafalarını çarpan sineklerden başka canlı bir şey göremedi.
…
Doktor Mutena Cankurtaran otuz beşlik, sarı kıvırcık saçlı, altın gözlüklü, kibar halli biriydi. Tok ve tatlı bir sesi vardı. Asiye’yi sokakta, arabanın üstünde muayene etti, sonra İbrahim’e:
-Hasta burada kalsın, sen benimle gel!- diyerek içeri girdi. Masanın arkasında, koltuğuna iyice yaslanıp gök gözlerini pencereye dikerek hesaplara daldı, sonra:
-Dört yüz liraya çocuğunu alırım kardeşim- dedi. -Güç ve mesuliyetli bir ameliyat yapacağım. Bunu her doktor kıvıramaz. Bak, düşün, taşın, bana cevap getir.-
İbrahim şaşırdı. Odadan çıktığı gibi Asiye’nin yanına koştu. Öküzlere -dah!- dedi. Tam bu sırada, belki sancılar yeniden başladığından, belki de geriye dönmenin kendisi için ölüm olduğunu anlayarak büyük bir korkuya kapıldığından, Asiye avaz avaz bağırmaya başladı. Yoldan geçenler etraflarına toplanıyorlardı. İbrahim arabayı çevirip doğumevinin yanındaki arsaya sürdü, hiçbir şey söylemeden sol öküzü boyunduruktan çıkardı, yularından asıla asıla çarşıya götürdü, yeni handa yüz otuz liraya sattı; nefes nefese doğumevine döndü, Asiye’nin yanına bile uğramadan doktorun odasına çıktı, parayı olduğu gibi masanın üstüne bırakarak:
-Hadi, dabanının altını öpeyim… Asiye’de bekleyecek hal kalmadı. Çocuğu da bir şey olmadan ne ideceksen et!- dedi.
Cankurtaran parayı teker teker saydıktan sonra eliyle itti.
-Çocuk musun yahu?.. Yüz otuz liraya sezeryan yapılır mı? Al paranı da bir ebeye git!-
-Ebelerden hayır yok, doktor bey… Bir öküz sattım, bu kadar verdiler.-
Bu aralık arsadaki Asiye’nin bağırışları, doktorun açık penceresinden içeri girdi. İbrahim’in yüzünde bir korku, Cankurtaran’ın dudaklarında tuhaf bir kıvrıntı belirdi:
-Öteki öküzle arabayı da sat, belki dört yüzü tamamlarsın.-
-Ne istersen vireyim doktor. Hepsi senin olsun… Hadi sen Asiye’yi daha çok bağırtma…-
-Dur canım… Ya öküzlerle araba dört yüz etmezse?.. Sen bana daha iki yüz yetmiş liralık bir senet imzala bakayım… Ben karını ameliyat ederken sen de gider parayı tedarik edersin. Haydi, durma!-
Acele bir senet yazdı, İbrahim’e parmak bastırdı.
Asiye’yi baygın bir halde ameliyat odasına taşırlarken, İbrahim, tek öküzün sürüdüğü arabayı, üzerindeki yatak, yorganla birlikte tekrar yeni hana götürdü. Fakat bu sefer hepsine birden yüz elli liradan fazla veren çıkmadı. Sağ öküz zaten ihtiyar ve zayıftı. Alıcılar şöyle bir sağrısını yoklamaya bile lüzum görmeden: -Kocamış gayrı, yüz kayme bile etmez!- diyorlardı. İbrahim buna da razı oldu. Yüz elli lirayı avucunda sımsıkı tutarak doğumevine döndü. Bir hastabakıcı kendisine karısının kurtulduğunu müjdeledi. Doktor onunla koridorda karşılaştı.
İbrahim hemen elindeki paraları uzattı:
-Fazla etmedi doktor. Hakkını helal et!-
-Ne demek o? Burası imaret değil!.. Bak, alın teri döktük. Ameliyat bir saate yakın sürdü, karının da canı kurtuldu.-
-Ya çocuk?-
-Çocuk ölmüş. Zaten birkaç saat daha müdahale edilmeseydi, annesi de yolcu idi.-
-Çocuk ölmüş ha! Erkek miymiş?-
-Erkekmiş… Ne olacak?.. Yenisine sağlık. İkiniz de gençsiniz. Hadi, sen durma, köyüne git, dört yüzü tamamla… Daha yüz yirmi getireceksin!-
-Nereden bulayım doktor bey!.. Mümkünü yok.-
Mutena Cankurtaran’ın tok ve tatlı sesi birden sertleşti:
-Ne demek o? Adam dolandırmaya mı çıktınız? Çok laf istemem. Beş gün sonra karın taburcudur. Yüz yirmiyi getirir, karını alırsın. Para gelmezse çıkarmam, her fazla kaldığı gün için da ayrıca on beş lira alırım!-
İbrahim yüz yirmi lirayı denkleştiremedi. Cankurtaran da kadını sahiden vermedi. Bir hafta sonra tekrar doğumevine gelen delikanlıya:
-Şimdi borcun yüz altmış beş liradır. Yarın yüz seksen öbür gün yüz doksan beş lira. Parayı getirmedikçe karını alamazsın. Haydi, çek arabanı!- diye bağırdı, bir kerecik olsun Asiye’yi görmesine de müsaade etmedi.
Asiye’nin analığı, Makbule yenge ile danıştı, gidip kızı zorla almaya kalktılar, fakat hastabakıcılarla başhemşire bunları kapı dışarı etti, merdivene kadar inen Asiye’yi de, iki tokat vurup yatağa yatırdılar, bir daha böyle şeyler olmaması için elbiselerini alıp kilitlediler.
İbrahim, kaldırılması geç kalan harmanı bir gün daha boşlayarak tekrar Cankurtaran’a başvurdu:
-Doktor Bey!- dedi. -Bütün ekinimi satsam da kışın aç otursak, gene elli lira bile denkleştiremem… Kurbanın olayım, ver Asiye’yi de gidelim.-
-Çok konuşuyorsun. Siz köylüler zaten hepiniz dolandırıcısınız… Sizin Allah bir dediğinize inanmamalı. İki yüz yirmi beş lira getirmeden karını alamazsın!-
-Doktor Bey, çocuk da ölü çıktı zaten… Dört yüz lira nesine bunun?-
-Elimde senedin var. Fazla yattığı günler için de on beş lira… Bu işin yalanı, dolanı yok… Haydi, çek arabanı!-
İbrahim yine Asiye’yi göremeden köye döndü.
Ameliyattan beri on beş gün kadar geçmişti. Cankurtaran’ın hiç kimseyi bedavadan beslemeye niyeti yoktu. İbrahim’in para bulup getirebileceğinden de ümidini kesmeye başlamıştı. Doğumevinin kadın hademelerinden birine yol verdi, onun yerine Asiye’yi çalıştırmaya başladı. Hala kendini toparlayamamış olan kızcağız, Amerikan bezinden, paçaları bağlı bir donla kısa kollu bir gömlekten başka sırtında hiçbir şey olmadan, sabahtan akşama kadar yerleri siliyor, çöpleri taşıyor, tükürük hokkalarını temizliyordu.
Birkaç gün sonra analığı ile Makbule yenge Asiye’yi kaçırmak için yeni bir teşebbüste bulundular. Doğumevine gidip güya konuşuyormuş gibi yaparak, peştemallarının altına sakladıkları şalvarları Asiye’ye verdiler. Genç kadın apteshane aralığında giyindi, başını örttü, hep beraber çıkarlarken hademelerden biri işi çaktı, tam sokak kapısında Asiye’nin koluna yapıştı. Bunun üzerine hayli zorlu bir çekişme başladı. İki tarafın arasında kalan ve kolları kopasıya zorlanan genç kadın avaz avaz bağırıyordu. Bu sırada yetişen bir hemşire, hemen Asiye’nin başından peştemalını çekti, bunun üzerine ihtiyar kadınlar daha fazla zorlamaktan vazgeçip, yüksek sesle ilenerek uzaklaştılar.
Ertesi gün İbrahim erken erken doğumevine geldi. Doktorun karşısına dikildi. O zamana kadar kendisinde hiç görülmeyen bir tavırla:
-Doktor Bey- dedi, -harmanım yüzüstü kaldı, evim perişan oldu. Sen bizim karıyı veriyon mu, vermiyon mu?-
Onun bu halinden kuşkulanan; fakat renk vermek istemeyen Cankurtaran, önündeki bazı kağıtları karıştırarak, başını kaldırmadan:
-İki yüz elli lira getirir, karını alırsın! Fazla istemeyeceğim- dedi.
-Yani sen şimdi Asiye’yi vermiyon mu?-
Cankurtaran daha yumuşak bir sesle:
-Söyledim ya kardeşim, parayı getirmeden veremem!-
-Al öyleyse senin olsun. Köyde karı yok değil a! Hayrını gör!-
Kapıyı vurduğu gibi çıktı. İki adım ötede, duvarın dibine sinmiş bekleyen Asiye’yi görmeden merdivenlerden indi gitti.
…
Asiye’nin işleri gece yarısına doğru bitti. Apteshaneleri, mutfağı silip temizledikten sonra, koridorun bir köşesinde bir perdeyle ayrılmış küçük aralığa girdi. Yere serili duran yatağına uzanarak, kirli, çarşafsız yorganı üstüne çekti. Koridorun sönük gece ampulü perdenin içine de loş bir ışık veriyordu… Kapkara gözleri, tıpkı karnında ölü çocuğu ile gelirken arabada olduğu gibi, fıldır fıldır dönüyor, sanki beyaz tavanda bir şeyler arıyordu…
Birdenbire fırladı. Başucundaki küçük pencereyi açarak aşağıya baktı. Bir buçuk adam boyu vardı. Amerikan bezinden donuyla gömleğinin üstüne bir şey almayı bile düşünmeden, yalınayak, aşağıya, bahçeye atladı… ve o anda dudaklarından fırlamak isteyen feryadı yumruğuyla zor zapt etti. Müthiş bir ağrı, bıçak sokulmuş gibi karnından baldırlarına ve omuzlarına yayılan bir sancı, gözlerini kararttı. Eliyle kasıklarını tutarak yürüdü, sokağa çıktı, ağır ağır köyün yolunu tuttu. Şehrin dışında yol, büyük çayın kenarından gidiyordu. Karanlık söğütlerin arasından, kıyıdaki otlara sürtüne sürtüne, yılan gibi sesler çıkararak akan suların uğultusu, şehirden uzaklaştıkça kuvvetleniyordu. Hele çayın dönemeç yerlerinde bu uğultular; bir insan kalabalığının karmakarışık sesleri gibi yükseliyor, alçalıyordu. Asiye yürüdükçe karnında artan sancıyı elleriyle bastırıp boğmaya muvaffak olamayınca iki kat kıvrılıyor, öyle yürüyor ve çaydan gelen seslere uyarak: -Ya… Köyde karı yok değil a!..- diye mırıldanıyordu. Karnında tuttuğu parmaklarının arasından Amerikan bezi donunu ıslatarak sızan ılık, siyah bir yaşlık bacaklarına doğru süzülüyordu. Bunu fark edince daha hızlandı. Koşar gibi önüne eğilerek ilerliyor, gittikçe yükselen ve sağdaki çayın uğultusuna karışarak söğütlerin tepelerine, sol taraftaki bayırın kayalarına kadar yayılan bir sesle: -Köyde karı yok değil a!..- diye haykırıyordu. Patlayan yarasından sızan kanlar ayaklarını ıslattığı için tabanlarına kumlar yapışıyor ve yerde kara noktalar halinde izler kalıyordu.
Köyün kıyısına geldiği zaman, kıvrıla kıvrıla başı dizlerine yaklaşmıştı. Böyle olduğu halde, vahşi bir hayvan gibi: -Köyde karı yok değil a!..- diye bağırışı ortalığı çınlatıyordu. Bu sesi duyanlar evlerinden fırladılar. Yanına vardıkları zaman Asiye yere yuvarlanmış, debeleniyordu. Hemen kucaklayıp götürdüler. Fakat sabaha çıkmadı.
(Sabahattin Ali, 1947)